Suya Bakmak ve Temas

Bazı anlarda yalnızca denize bakmak, dalgaların ritmine kapılmak bile içsel bir hafifleme yaratır. Peki, neden? Suya bakmak neden bu kadar iyi gelir?

Psikanalitik açıdan su, yalnızca dış dünyaya ait bir unsur değil; iç dünyamızın da taşıyıcısı ve yansımasıdır. Simgesel düzlemde su; bilinçdışının derinliklerini, benliğin çözülme ve yeniden yapılanma süreçlerini ve iyileşme arzusunu düşündürür. Suya yönelmek, dışsal bir manzaraya bakmanın ötesinde, içsel bir temas anı yaratabilir.

İnsanın suyla ilk teması, yaşamın en erken dönemlerine uzanır. Anne rahmindeki amniyotik sıvı, hem fiziksel korunma hem de ruhsal bütünlük duygusunun ilk kaynağıdır. Otto Rank, doğumu bu bütünlüğün kaybı olarak tanımlar. Dolayısıyla su, bilinçdışı düzeyde bir güvenlik alanını temsil eder. Dalga sesleri ya da suyun akışını izlemek, bu ilkel güvenlik hissini bedende yeniden çağırabilir.

Su aynı zamanda bir geçiş alanıdır. Bir kıyıdan diğerine geçmek, yalnızca mekânsal değil; ruhsal bir eşik atlamayı da düşündürür. Deniz yolculuklarının birçok kültürde ritüel ve geçişle özdeşleşmiş olması, suyun bilinçdışı anlam katmanlarını destekler. Gündelik yaşamda sıradan bir vapur yolculuğu bile, içeride bir dönüşüm sürecini tetikleyebilir.

Zihinsel yükleri suya bırakma arzusu ise, bilinçdışının boşaltım işleviyle bağlantılıdır. Kötü bir düşünceyi suya bırakmak, konuşulamayanın simgesel düzeyde işlenmesini sağlayabilir. Bu eylem, benlikte geçici bir rahatlama yaratabilir.

Freud’un tanımladığı “okyanus hissi” (oceanic feeling), kişinin benlik sınırlarının geçici olarak çözüldüğü, daha büyük bir bütünle temasa geçtiği bir hâli ifade eder. Bu deneyim, zaman ve mekân algısının silikleştiği, “ben” ile “öteki” arasındaki ayrımın gevşediği bir varoluş alanına işaret eder. Su karşısında yaşanan genişlik duygusu, bu hissin duyumsal bir izdüşümüdür.

Yüzmek ise bu varoluşsal hissi bedende taşımanın bir yoludur. Suya bırakılan beden, hem gevşer hem de hareket eder. Yüzerken yalnızca fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da bir mesafe oluşur; kişi bazen bilinçdışına yaklaşır, bazen yüklerinden uzaklaşır.

Su, hem derinlere inmeyi hem de yeniden doğmayı mümkün kılar. Bu yüzden suya bakarken ya da suya girerken, yalnızca dış dünyayla değil; içsel bir alanla, en erken kendilik temsillerimizle temas ederiz.

Yararlanılan Kaynaklar

  • Rank, O. (2020). Doğum Travması. (Çev. A. Ertüzün). İstanbul: Metis Yayınları.
  • Freud, S. (2017). Bir Yanılsamanın Geleceği. (Çev. Y. Ertan). İstanbul: Say Yayınları.

Şifa Arayışı

Günümüzde birçok insan, görünür ya da görünmez acılarla baş etmeye çalışırken, kendini bir tür “şifa arayışı”nın içinde buluyor. Bu arayış kimi zaman terapiyle, kimi zaman spiritüel pratiklerle, kimi zaman da psikoaktif madde içeren inzivalarla şekilleniyor. Bu inzivalar, katılımcılara bastırılmış duygularla yüzleşme, geçmiş travmalarla karşılaşma ve “öz benliğe ulaşma” gibi deneyimler vadediyor. Bu maddeler, serotonin ve oksitosin gibi nörotransmitterlerin salımını artırarak, bireyde geçici bir duygusal açıklık, empati ve birlik hissi yaratabiliyor.

Bu tür deneyimlerin ardından kişiler, “her şeyi gördüm”, “kendime kavuştum” ya da “terapiye gerek kalmadı” gibi ifadelerle süreci tanımlayabiliyor. Ancak bu deneyimler çoğu zaman geçici, denetimsiz ve taşıyacak bir yapıdan yoksun olduğu için kalıcı bir dönüşüm yaratmıyor.

Nörobiyolojik Temel

Araştırmalar, MDMA gibi maddelerin özellikle oksitosin düzeylerini artırdığını göstermektedir (Kirkpatrick et al., 2014). Oksitosin; bağlanma, güven, şefkat ve temas gibi sosyal duyguların taşıyıcısı olan bir hormondur. Serotonin ise duygudurum, algı ve benlik deneyimi üzerinde belirleyici rol oynar. Bu iki sistem birlikte çalıştığında, birey yoğun bir empati, açıklık ve bağlantı hali yaşayabilir. Ancak bu deneyim kimyasal olarak indüklenmiştir ve çoğu zaman karşılıklı bir ilişki zeminine dayanmaz. Dolayısıyla, bu duyguların temsil edilebilmesi, içsel yapıyla bütünleşmesi ve sonrasında işlenmesi çoğu zaman mümkün olmaz.

Psikanalitik Perspektif

Psikanalitik kuram, ruhsal iyileşmeyi yalnızca ani içgörülerle değil, temsil, tekrar ve ilişkisellik yoluyla kavrar. Uyuşturucu etkisiyle yaşanan birlik hissi, çoğu zaman benliğin sınırlarının geçici olarak çözülmesiyle ilgilidir. Bu tür deneyimlerde kişi, sevgiye, bağlılığa ya da kabule benzer duygular yaşar; ancak bunlar gerçek bir nesneyle kurulan ilişkiden değil, kimyasal bir uyarımdan doğmuştur. Böylece sahte bir temas illüzyonu oluşabilir: kişi temas etmiş gibi hisseder, ama ilişki kurmamıştır.

Terapi ise bu süreci tersine çevirir. Orada temas, bir başka kişiyle —terapist aracılığıyla— yavaş yavaş, sınanarak, yansılanarak ve taşınarak kurulur. Terapötik ilişki içinde duygular açığa çıktıkça, birey yalnızca ifade etmeyi değil, o duyguları içsel olarak düzenlemeyi ve temsil etmeyi de öğrenir. Bu bağlamda şifa, bir hal değil, bir süreçtir; anlık bir yükseliş değil, emekle inşa edilen bir içsel yapı kazancıdır.

Deneyimin Temsil Edilebilirliği

İnziva sırasında yaşanan yoğun deneyimler, kişiye ait hale gelmediği sürece ruhsal yapıda bölünme, manik savunmalar ya da boşluk hissine neden olabilir. Birey bir şeyler yaşamıştır ama o şeyin ruhsal temsili oluşmamıştır. Bu noktada terapi, o yaşantının yeniden çağrılıp söze, düşünceye ve ilişkiye dönüştürülebileceği bir alan sağlar. Psikanalitik bakış, şifanın sadece deneyimlenmekle değil, taşınabilir ve temsil edilebilir hale gelmekle mümkün olduğunu vurgular.

*Bu yazının odağında yer alan oksitosin kavramsallaştırması, Somatik Deneyimleme Türkiye Organizasyonu tarafından düzenlenen Güvende Olma, Bağlantı ve İnsan Deneyimi seminerinde, Dr. Carter’ın aktarımlarından esinlenerek derinleştirilmiştir.

Yararlanılan Kaynaklar

  • Lemma, A. (2015). “Analistin Bedeni ve Psikanalitik Çerçeve: Cisimleşmiş Çerçeve ve Sembiyotik Aktarım Üstüne Düşünceler.” Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2015: Psikanaliz Eğitimi ve Sonrası. İstanbul: Simurg Kitabevi.
  • Türkiye Psikiyatri Derneği Psikanalitik Psikoterapiler Bilimsel Çalışma Birimi (2024). Psikanalitik Psikoterapiler: Temel Kavramlar, Kuramlar ve Yöntemler. (Ed. Ali Algın Köşkdere). Ankara: Türkiye Psikiyatri Derneği Yayınları.

Ruhsal Alanın Canlılığına Dair

Ruhsal yapının gücü her zaman dayanıklılıkla ya da sağlamlıkla ölçülmez. Bazen dağılabilmek, hatta hasta olabilmek, psişenin canlılığını ve işlemesini sürdürebildiğini gösterir. Psikanalitik kuramda bu iki kavram—dağılma kapasitesi ve hasta olma kapasitesi—bir zayıflık göstergesi olarak değil, ruhsal alanın işleyebilir olduğuna dair bir belirti olarak ele alınır.

Winnicott, bir kişinin hasta olabilme kapasitesini içsel dünyasıyla yüzleşebilme ve bu yüzleşmeye katlanabilme becerisi olarak tanımlar. Bu kapasite, ruhsal acıyı dışa atmak ya da inkâr etmek yerine, bir süreliğine içinde tutabilmeyi; sembolize edilmese bile deneyimi taşıyabilmeyi ifade eder. Bu anlamda kişi hasta olabildiği ölçüde düşünebilir, düşünebildiği ölçüde de dönüşebilir. Aksi durumda, çatışmalı alan ya bedene kayar ya da dış dünyaya yöneltilmiş yıkıcı edimlerle dışa vurulur.

Dağılmak ise, benliğin parçalanma tehdidiyle karşı karşıya geldiği anlardır. Fakat bu parçalanma, her zaman bir yıkım anlamına gelmez. Wilfred Bion’un düşünce öncesi düşünceler kavramı burada açıklayıcı olabilir. Bazı deneyimler öylesine ham, öylesine işlenemezdir ki, ruhsal yapı bu içeriklerle karşılaştığında geçici bir dağılmayla tepki verir. Bion’a göre bu durum, zihinsel aygıtın çöktüğü değil, henüz yeterince düşünce kapasitesine ulaşamadığı anlamına gelir. Bu çöküş, bir duraklama ya da donma değil; yeni bir örgütlenmenin kıyısında olunduğunun göstergesidir.

Bazı kişiler hiç dağılmaz gibi görünür: sessiz, kontrollü, işlevsel. Ancak bu yüzeysel bütünlük, içsel bir donma hâlini, yaşantıların işlenmediği bir alanı da gizliyor olabilir. Oysa dağılabilen kişi, içeride bir şeyin hâlâ hareket ettiğini gösterir. Savunmalar gevşemiştir, bastırılmış içerik yükselmiş, ruhsal alan bir çatlak vermiştir. Bu çatlak, aynı zamanda bir temas alanıdır.

Hasta olma ya da dağılma kapasitesi, iyileşmenin kendisi değilse bile, iyileşmenin mümkün olduğuna dair bir işarettir. Çünkü içeride hâlâ çalışan, işleyen, hatta acı çeken bir benlik vardır. Bu işleyişin sürdüğünü gösteren her belirti, aynı zamanda analitik çalışmanın zeminidir.

Kişinin kendini dağıtmadan ayakta kalması kadar, gerektiğinde dağılmasına izin verebilmesi de bir kapasitedir. Ve bazen yalnızca bu izin, ruhsal olarak toparlanmayı mümkün kılar.

Yararlanılan Kaynaklar

  • McWilliams, N. (2022). Psikanalitik Psikoterapi: Bir Uygulayıcı Rehberi. (Çev. B. Çorakçı). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
  • Winnicott, D. W. (2005). Oyun ve Gerçeklik. (Çev. A. Sönmezay). İstanbul: Metis Yayınları.

Yetişkinler için Sanatla Farkındalık Atölyesi: Kim Olurdum?

Kendimizi pek çok farklı şekilde tanımlıyoruz.
Psikolog Nazlı, çocuk Nazlı, arkadaş Nazlı…
Acaba bu bana eklenenler olmadığında ben “kim olurdum?” sorusuyla oluşan bu atölyeye davetlisiniz.

Ne yapacağız?
Görsel sanatların yardımıyla kendimize biraz yaklaşmayı deneyeceğiz. Biraz düşünecek, biraz işlerimiz üzerinde çalışacak ve çokça paylaşımda bulunacağız.

Kimim?
Kim oldum?
Kim olurdum?
 soruları etrafında dönecek ve aynı zamanda birlikte olma halini deneyimleyeceğiz.

Burada kendimize ait bir alan yaratmayı kolaylaştırmak için kontenjanımız sınırlı.

Tarih         : 26 Aralık, Perşembe
Saat          : 20:00-21:30
Yer            : Zoom
Kontenjan: 8 kişi

Atölye için bazı malzemeler:

  • Kalem
  • Kağıt/lar
  • Kuru/pastel/keçeli/sulu boya
  • Eski dergi/gazeteler
  • Makas
  • Yapıştırıcı

Sevgiler,
Nazlı.

Annelikten Pişman Olmak

Bir kitapçıya girdim ve çalışana aradığım kitabı sordum:
“Annelikten Pişman Olmak”
“Aman öyle şey olur mu, kimse annelikten pişman olmaz.” yanıtını aldım.

Annelikten pişman olunmaz, olunsa da bu konuşulmaz düşüncesinin hakim olduğu dünyada kitabın bu isimdeki varlığı ile dahi yeterince etkili olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple kitaptan biraz bahsetmek istedim.

Kitabın yazarı Orna Donath, bir sosyolog. Özellikle seçim yoluyla, hem anne olan hem de olmayan kadınlara yansıtılan toplumsal beklentiler üzerine çalışma yapıyor. Bu kitap da onun 2008- 2013 yılları arasında annelikten pişman olan 26-73 yaş aralığındaki 23 kadın ile yaptığı görüşmelerle ortaya çıkıyor.

İçinde yaşadığımız çağda anneler, kıymetli besleyiciler ve ahlaklı insanlar olarak değerlendirilmek için onlardan çocuklarını belli bir biçimde sevmeleri beklenir. Ancak sayısız araştırmacıya göre, anne sevgisi fikrinin kullanımı, annelerin duygusal dünyalarını ve çocuklarıyla olan ilişkilerini planlayıp düzenleyen belirli gerekleri zorla kabul ettirdiği için bir baskı biçimine dönüşmektedir. Belki tam da bu sebepten annelerin “annelikten pişman olmak” üzerine konuşmaları, düşünmeler hatta hissetmeleri dahi hataydı(!).

Oysa kitaptaki pek çok annenin belirttiği gibi annelikten pişman olmak ile çocuklarının doğumundan pişman olmak arasında fark vardır. Fakat anneler şöyle ifade ediyor:

Eğer (çocuk) istemiyorsan ya da onları istemediğin halde doğurduysan, insanlar derhal onları sevmediğini varsayıyor.

Çocuklarımı seviyorum, ne var ki anneliğimden pişmanlık duyuyorum.

Anneliğin pişmanlık duyan her anne, bu duygu ile baş etmekte zorlanmış ve kendini “düzeltmek” için farklı yollara başvurmuş. Pek çok anne, “sorunlarının ne olduğunu” araştırmak için terapiye yönelmişler. Ne üzücü ki bu duygunun da normal olduğu üzerine çok az konuşmayla karşılaşmışlar.

Oysa anneliği bir rol olarak algılamaktan öte onu ilişki olarak algılayabiliriz. Böylece tüm annelerden çocuklarıyla ilişkilerinde aynı şekilde hissetmelerini beklemek zorunda kalmayız ve annelik, insan tecrübesi yelpazesinin bir parçası haline geliverir.

Bu yazı yazılırken Orna Donath, Annelikten Pişman Olmak kitabından yararlanılmıştır.

Robot Dreams

Sorumluluk almadan bir ilişki kurmak mümkün olabilir mi?
Bir ilişkide ötekini gözetmeden o ilişkinin sürmesini beklemek gerçekçi mi?
Konuşmadan anlaşmak mümkün mü?


Robot Dreams’i izledikten sonra bu sorular belirdi zihnimde.
Eğer bu sorular ilginizi çektiyse ve filmi izlemeyi düşünüyorsanız yazıyı, filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim.

2024 yapımı olan bu film, aslında 1986’da Isaac Asimov tarafından yazılmış bir kitap. Filmi şöyle özetleyebilirim:

Dog evinin penceresinden bakarken komşularının ne kadar mutlu olduğunu görür ve o esnada televizyonda beliren “Yalnız mısın?” reklamından bir robot siparişi verir. Dog, Robot ile bir süre çok keyifli vakit geçirir. Bir gün plaja gittiklerinde bir şeyler ters gider. Biraz yüzüp güneşlendikten sonra Robot’un yerinden kalkamaz hale geldiğini görürüz. Bedeninin eklem yerlerinde bazı sorunlar ortaya çıkar, Dog ne yapacağını bilemez halde tamir malzemeleri ve robot bakım kitapları almak üzere plajdan ayrılır. Sabah geri döndüğünde sezon kapandığı için plajın kilitli olduğunu ve 1 Haziran’da yeniden açılacağını görür. Robot’u almak için içeriye girmeye çalışır ve pek çok sorun yaşar. Son çare 1 Haziran’a kadar beklemektir.

Dog, zamanın dolmasını beklerken arkadaş bulmak için bazı sosyal aktivitelere katılır. Ancak bu aktiviteleri daha önce denemediğini ve denerken onda kaygı, üzüntü ve yetersizlik yarattığını görürüz. Bir gün bir etkinlikte tanıştığı Duck ile keyifli bir arkadaşlık kursa da bunun da sürmediğine şahit oluruz. Böylece Dog, Haziran’ı beklerken gün geçtikçe daha mutsuz bir hale gelir.

Olaylar Dog tarafından böyle akarken Robot, kayıkla sahile gelen tavşanların saldırısına uğrar ve bir bacağını kaybeder. Birkaç ay boyunca kımıldayamadan kurtarılmayı bekler. Bir gün kumsalda metal dedektörü ile gezen biri Robot’u bulur ve onu hurdacıya satar. Başka bir gün hurdacıda malzeme arayan Rascal, paramparça olmuş Robot’la karşılaşır ve onun parçalarını toplayıp eve getirir. Parçaları birleştirmek zordur çünkü eksiktir. Rascal da bir müzik setini gövde olarak kullanarak Robot’a yeniden can verir. Artık yeni Robot’un yeni arkadaşı Rascal’dır.

Sezon açılır, Dog heyecan ve umutla plaja gider ama Robot’un orada olmadığını görür. Hayal kırıklığına uğrar ancak bir zaman sonra kendine yeni bir robot edinmeye karar verir. Bir süre bir taraftan Dog ve yeni Robot’u bir taraftan da bizim Robot’umuz ve onun yeni arkadaşı Rascal’ı eş zamanlı izleriz.

Filmin sonuna geldiğimizde Robot ve Rascal’ı keyifli bir şekilde barbekü yaparken görürüz. Robot bir an Dog’u hatırlar ve pencereye yöneldiğinde Dog veya yeni Robot’u görür. Hayaller kurar ama ne yapacağını bilemez. Müzik seti olan bedeninden sevdiği bir parçayı açar ve Dog’un müziği duymasını bekler. Dog müziği duyar duymaz dans etmeye başlar, Robot da pencerenin ardında dans ediyordur. Kendi kendilerine dans ediyor olsalar da zihinlerinde birbirleri vardır. Ancak bitiş sahnesinde Robot’u yeni arkadaşı Rascal’la; Dog’u da yeni Robot’u ile aynı müzikte keyifle dans ederken görürüz.

Film insana, ilişkilenmeye dair bana pek çok şey düşündürdü. Kısaca şöyle derledim:

  • Tek bir replik olmadan, bunca duyguyu ifade edilebilmiş. Sözcükler ne işe yarar, zorlaştırır mı, kolaylaştırır mı, duygumu ifade etmek için elimde olan tek şey sözcükler mi?
  • Bir diğeri filmin ana karakteri olan Dog’un ve Robot’un birer adı yok. Türün, özel isim olarak kullanıldığı bir kurgu var. Buradan hareketle benim “ben” olmamdan öte insan olmamdan gelen ve hatta bazen kendimi çok özel ve biricik zannederken aslında yalnızca bir türün üyesi olmamdan ileri gelen şeyleri yaşıyorsam? Dog böyle bir şeyse ya da İnsan böyle bir şeyse?
  • Dog en başta herhangi bir ilişki kurmak, ilişkilenmek için çaba sarf etmeden para verip bir robot arkadaş edindi. Ancak o robot arkadaşı nasıl gözeteceği, onunla ilgili nasıl sorumluluk alacağı, ona nasıl bakacağı ile ilgili herhangi bir fikri yoktu. İlerleyen zamanlarda görüyoruz ki yeni Robot ile birlikte denize gittiğinde onun suya girmesine izin vermedi, eklem yerlerini yağladı. Yani aslında Dog, ilişkilenme halinde yanındakini gözetmeyi öğrendi.
  • Filmin sonu geldiğinde pencere sahnesinde izleyici, Dog ile Robot’un un buluşmasını bekler halde olabiliyor ancak filmin aslında belki de bize verdiği mesaj burada. Hem Dog hem de Robot şimdi yeni partnerlerle birlikteler ve yaşadıkları ilişkiden bir ders çıkardılar. Bir öğrenme süreci gerçekleşti ve artık bu öğrendikleri bilgiyi yeni ilişkide kullanabiliyorlar. Aynı şarkıda yeni insanlarla keyifle dans edebiliyorlar.

Umarım siz de filmden keyif almış ve bu yazı eşliğinde yeni sorular sormuşsunuzdur. Tek bir sözcük olmayan bu film için bunca sözcük kullanmış olmam da oldukça ironik değil mi?

Aşk’a Dair

İlişki kurmak, o ilişkide kalabilmek gün geçtikçe zorlaşıyor. bell hooks “Hep Aşka Dair” kitabında tam da bu ilişkilenme halinden söz ediyor.

Gündelik hayatta erkekler ve kadınlar aşk konusunda görece suskun kalma noktasında birbirlerinden pek de farklı değiller. Sessizlik, belirsizlik karşısındaki kalkanımız haline gelebiliyor. Aşkı tanımayı istesek de aşk hakkında çok şey bilme arzumuzun bizi sevgisizlik uçurumuna adım adım yaklaştıracak olmasından korkuyoruz.

Bu sebepledir ki kaybedilenler hakkında konuşmak, aşk hakkında konuşmaktan çok daha kolay olabiliyor. Sevgisizliğin ıstırabını kelimelere dökmek, aşkın hayatlarımızdaki varlığını ve anlamını tarif etmekten daha kolay geliyor.

hooks karşılaştığı erkeklerin sevgi sözcüğünden kaçınan insanlar olduğunu fark edince acaba ortak bir sevgi tanımı olsa, sevgiyi anlamlandırma da kolaylaşır mı diye düşünerek Scott Peck’in şu tanımından kitabından sıkça bahsediyor:

Sevgi, insanın kendisinin ve başkasının ruhsal gelişimini desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzusudur.

Sevme iradesinin çok küçük yaştaki çocuklarda bile mevcut olduğunu ancak onların da sevme şekilleri hakkında yetişkinler tarafından rehberliğe ihtiyaçları olduğunu belirtiyor hooks ve ekliyor:

Hiçbirimiz kendimizi veya bir başkasını sevmeyi bilerek doğmayız. Ama ilgiye karşılık verebilme yetisine doğuştan sahibizdir.

Burada sadece partnerlerimize, sevgililerimize tahsis edilmiş özel bir sevgi söz konusu değildir. Gerçek sevgi kendimizle, ailemizle, partnerimizle, sevmeyi seçtiğimiz herkesle aramızdaki sözleşmenin temelidir. Güzel sevmek sadece aşkın, aşk ilişkisinin değil anlamlı her ilişkinin gereğidir.

Ancak başkasını sevebilmek bizi öz sevgi meselesine de götürür ve öz sevgi, sevme eyleminin temelidir. Öz sevgi olmadan sevme yönünde göstereceğimiz her türlü çaba başarısız olmaya mahkumdur.

Belki de sevgi, bize sevgiyi hiçbir acı duymayacağımız, sabit bir mutluluk halinde var olacağımız bir yer olarak öğretildi. Ancak acıyı kabul etmek de sevgi ediminin bir parçası. Aşkı deneyimlediğimizde, hayatlarımız tehlikedeymiş gibi, tehdit ediliyormuşuz gibi hislere de kapılabiliriz. Çünkü ilişkide gerçek benliğimiz bütünüyle ortaya çıktığında, iyi davranışlar sürdürülmesi güç bir hale dönüştüğünde, maskeler çıkarıldığında hayal kırıklığı da ortaya çıkar. Böyle bir ilişkiyi sürdürmek zor gelebilir, saklanacak yerimiz olmadığını hissederiz. Biliniyoruzdur. Ne var ki burada gerçekleşecek olan değişime kararlı olmak bir seçimdir. Karşılıklı uzlaşıyla gerçekleşir. Böylece sevgi büyütülür ve benliğimiz de onunla büyür.

*Rene Magritte, Lovers tablosu kapak fotoğrafı olarak kullanılmıştır.

*Bu yazı bell hooks’un “hep aşka dair” kitabından yararlanılarak yazılmıştır.

“Cinsellik Seksten mi İbaret?”

Seks çok konuşulan ve aslında hiç konuşulamayan bir konu. İngiliz psikanalist Darian Leader “Cinsellik Seksten mi İbaret?” isimli kitabında tam da buna değiniyor. Değil konuşmadığımız belki de düşünmediğimiz, farkında olmadığımız pek çok soruya kafa yoruyor.

Burada seksin asla yalnızca tek bir şey olmadığını hatırlamak önemli. Aslında eylemler farklı kişiler için ya da aynı kişinin yaşamının farklı anlarında bambaşka anlamlara sahip olabiliyor.

Elbette kişinin içine doğduğu kültüre sahip ailenin ve çevrenin burada etkisi var. Örneğin cinsellik bu kültürde konuşulan bir şey mi ya da ailede çocuğa ilk cinsel eğitim verildi mi, okulda kapsamlı cinsellik eğitimi verildi mi, kişi kendi cinsel var oluşunu konuşmaya yatkın mı, bu konudaki yeterlilikleri ya da yetersizlik olarak gördükleri onun için ne anlama geliyor gibi sorular ilk olarak akla düşüyor. Bir de Leader’ın sıraladığı, akla pek de sıkça gelmeyen/getirilmeyen şu sorular var:

Seksten sonra nazik bir konuşma mı yapmalıyız, lekeleri ve beden sıvılarını mı temizlemeliyiz, bir içki mi koymalıyız, banyoyu paylaşmalı mıyız ya da banyonun kapısını açık mı yoksa kapalı mı bırakmalıyız, az önce olanlara değinmeli miyiz yoksa hiçbir şey olmamış gibi mi davranmalıyız? Seks sırasında eğer bu kişinin cinsel organıyla oral temasta bulunduysak hemen ardından onu öpmeli miyiz yoksa bundan kaçınmalı mıyız? Eğer sperm ya da vajinal sıvı yuttuysak ardından ne yapmamız gerektiğine dair protokol nedir? Ağzımızı mı silmeliyiz?

Yahut seks bittiğinde o nahoş sessizlikte: “Nasıl, iyi miydi?” diye sorabilir miyiz?

Bu soruların partnerlerin cinsel senaryolarındaki değişkelere dair oldukları görülebilir. Ancak bazı kültürlerde “Kondom takar mısın?” sorusu bile o kişinin veya partnerinin hastalık taşıdığını ya da sadakatsiz olduğunu ima etmek anlamına gelebiliyor. Böylece eğer o kişiye karşı sevgimiz varsa ya da bizi seveceklerini umuyorsak kondom kullanmamaya rıza gösterilmesi beklentisini oluşturabiliyor. Burada sevgi, yapmak istemediğimiz şeyi, diğer kişiyi memnun etmek için yapmayı içerir ve bu da temelde pek çok kişinin çocukluğunun hikayesidir.

Aslında seks, seksten çok daha fazlası. Tarihle, toplumsallaşmayla, anksiyeteyle, suçlulukla, intikamla, şiddetle, sevgiyle ilgili. Yalnızca haz ve doyumla ilgili olduğunu varsaydığımızda seksin ne olduğunu görmeyi başaramayız. Belki cinselliğe dair sözcüklere dökmediğimiz/dökemediğimiz o haz anındaki “ben”in duygularına, düşüncelerine ve bedensel hislerine bakmak burada bizi kendimize daha çok yaklaştırabilir.

Kitap oldukça akıcı ve okuması da keyifli. İlgisini çekenlere şimdiden iyi okumalar dilerim.

Bu yazı yazılırken Darian Leader, Cinsellik Seksten mi İbaret, Encore Yayınları, 2023’ten yararlanılmıştır.

Erkek-lik

Ne yazık ki feminizm denildiğinde pek çok insanın zihninde bir grup öfkeli kadın canlanıyor. Öfkenin nesnesi ise erkek!  

Geçtiğimiz günlerde feminist bir yazar olan bell hooks’un “Değişme İsteği Erkekler, Erkeklik ve Sevgi” kitabını okumuşken biraz bu konudan bahsetmek istiyorum.

Çoğumuz büyüdüğümüz ailelerde ataerkil tavırları öğrendik, bunlar bize çoğunlukla birincil bakım verenlerimiz olan annelerimiz tarafından öğretildi. Cinsiyetçiliğin süregelmesinden sadece erkeklerin sorumlu olmadığını söylemek mümkün. Bu sebeple kadınların gücünü erkeklerin olmadığı, erkeklerle bağını inkâr ettiği bir dünyada bulacağı kurgusu, ancak yanlış bir feminizm kurgusu olacaktır.

Feminizmi konuşurken ataerkiyi odağa koymak feminizmi cinsiyetsizleştirmeyi sağlar ve “Herkes için feminizm!” vurgusunu kolaylaştırır.

“Ataerkil kültürde erkeklerin oldukları kişi olmalarına, kendilerine has kimlikleriyle gurur duymalarına izin verilmez. Değerleri her zaman yaptıklarıyla belirlenir. Ataerki karşıtı bir kültürde erkeklerin değerlerini ve meziyetlerini kanıtlamaları gerekmez. Doğdukları andan itibaren sadece var olmanın onları değerli kıldığını, onlara el üstünde tutulma ve sevilme hakkı verdiğini bilirler.”  

Toplumumuzda erkekleri sıkıntıya sokan psikolojik rahatsızlıkların temelinde ataerki vardır. Çünkü bir sistem olarak ataerki erkeklerin duygusal esenliğe ulaşmasına izin vermez.  Erkekler; bağ kurmaya, sevmeye cesaret ederlerse ataerkil kültürde gerçek “erkek” olmayı ıskalayacaklardır(!). Böylece ataerkil sistemde bağların kopması erkeklik olarak görülür. Bağ kurmaya özlem duyan erkekler için de inkâr etmenin bir yöntemi olarak duygusal içe kapanma en iyi savunma şeklidir.

Fakat feminizm, kadınların ve erkeklerin sevmeyi bilmesini mümkün kılar. Sevgi, kişinin kendisinin ve bir başkasının ruhsal ve duygusal gelişimini besleme isteği olarak tanımlanabilir. Kadınlar sevgi göz konusu olduğunda, erkeklerden kalıtsal olarak daha sevgi dolu değillerdir. Nasıl yakınlık kurulacağını öğrenmek ilişkisel bir beceridir ve birçok kadın ilişki kurmayı sağlayan becerileri öğrenmeleri için teşvik edilir. Yani kadınlar, erkeklerden daha iyi ya da daha fazla sevmiyor, sadece duygularına daha rahat başvurması için tanınmış bir alana sahip. Kırılgan olabilmeye…

Bu yazı bell hooks’un “Değişme İsteği Erkekler, Erkeklik ve Sevgi” kitabından yararlanılarak feminizmin birleştirici halini vurgulamak için yazılmıştır.

“Sanat Terapisiyle İyileşmek”

İçe dönmeye teşvik eden bir kendine yardım kitabından bahsetmek isterim. Lucia Capacchione tarafından yazılmış olan “Sanat Terapisiyle İyileşmek” kitabı resim çizerek ve yazı yazarak “içimizdeki çocuk”la temasa geçmemiz için hazırlanmış.

Öyleyse öncelikle sanat terapisi nedir’den başlayalım. Amerikan Sanat Terapisi Derneği, sanat terapisini her yaştan bireylerin zihinsel, fiziksel ve duygusal varlıklarını iyileştirmek ve geliştirmek amacıyla sanat yapmanın yaratıcı sürecini kullanan bir ruh sağlığı mesleği şeklinde tanımlamıştır. Kitap da sanat terapisi metotlarını kullanarak bizi içimizdeki çocukla iletişime geçirmeye ve böylece baskılanmış duygu, düşüncelerimizi açığa çıkararak davranış yapılarımız konusunda içgörü kazandırmayı amaçlıyor.

Yazar Capacchione, hayati tehlike oluşturan bir hastalıkla yüzyüze geldiği dönemde tıbbi tedavi görürken bir yandan da alternatif tedaviler aramaya başlıyor ve terapistinin önerisiyle bir defter tutuyor. Gestalt terapi yaklaşımıyla* yazıp çizdikçe içindeki çocukla iletişimini kuvvetlendirdiği fark eden Lucia, sanatın iyileştirici gücünü de yanına alıp bu kitabı yazıyor.

Kitap, alıştırmalar aracılığıyla içimizdeki çocuk’la iletişime geçerek kendimizi keşfetmemize yardımcı oluyor. Baskın olmayan elle resim çizme alıştırmaları sizi içinizdeki çocuk’la konuşturarak kırılgan, öfkeli, sakin yanınızla yeniden karşılaşmanızı sağlıyor. Siz bu alıştırmaları yaparken dışarıdan görünecek olan kısımsa şu; iki elinizde iki kalem. Biri soruyor diğeri cevaplıyor.

Tavsiyem, kitabın satırları arasında gezinirken kendinizi rahat hissedeceğiniz bir yerde olmaya gayret etmeniz ve kendinize ait tanımların kim tarafından oluşturulduğuna dikkat etmeniz. İçinizdeki çocuk’un her daim size yakın olması dileğiyle.

* Fritz ve Laura Peris tarafından geliştirilen Gestalt terapi, varoluşçu bir yaklaşımdır, Bu terapide ulaşılması gereken temel hedef, danışanların ne yaptığı ve neler yaşadığına ilişkin farkındalık kazanmalarıdır. Bu farkındalık sayesinde, danışanlar kendilerini daha iyi tanırlar ve bu da değişim için bir araç olur. / Kogan, G. (1991). The genesis of Gestalt Therapy. In the Handbook of Gestalt Therapy, ed. Hatcher ve Himelstein. Northvale: Jason Aronson Inc.