Öteki ile Dans

“Geçmişi konuşmanın ne anlamı var?”

Bu cümleyi danışanlarımdan zaman zaman duyuyorum. Bir “kendine yardım kitabı” olarak isimlendirilebilecek “Zor Anneler- Yetişkin Kızlar ve Oğullar İçin Rehber Kitap” bugünü anlamak ve geleceği kurgulamak için geçmişi anlamlandırmanın önemine değiniyor, tıpkı terapideki gibi.

Kitap, anne-çocuk ilişkisini dans eden iki insan metaforuyla anlatıyor. Zor anneleri tanımlarkense şu 3 başlığa değiniyor:

  • Zor davranış,
  • zor kişilik ya da kişilik bozukluğu kriterlerini karşılama hali,
  • zor bağlanma davranışı.

Kitaba göre bu üç özellik, annenin çocuğuyla ettiği dansın seyrini etkiliyor ve çocuk tarafından “zor anne” algısı yaratıyor.

Kitapta yer alan bazı egzersizler, yetişkin olarak yaşadığımız deneyimleri bu dans zeminiyle somutlaştırabilecek nitelikte. İlerleyen sayfalarda ise zor annelerle büyümüş çocuklar için işlevselliği sorgulanabilecek bazı çözüm yollarından söz ediliyor.

Dili açısından kolayca okunabilecek, tekrara düşmeyen bir kitap. Özellikle  terapiye ihtiyacım var mı, terapiye gitsem ne anlatacağım gibi sorular aklınızdan geçiyorsa biraz durup düşünmek için tercih edilebilir cinsten.

Keyifli okumalar.

Yineleme

Diğer insanlarla kurdukları ilişkilerin hepsi aynı şekilde sonuçlanan insanlara rastlamışızdır: kanatları altına aldığı birbirinden çok farklı kişiler tarafından belli bir süre sonra öfke içinde terk edilen bir velinimet; kurduğu arkadaşlıkların hepsi arkadaşlarının ihanetiyle sona eren bir adam; hayatı boyunca tekrar tekrar birisini özel/kamusal bir otorite konumuna yükselttikten belli bir süre sonra o otoriteyi kendisi devirip yerine yenisini koyan bir adam; gönül ilişkilerinin hepsi aynı safhalardan geçip aynı sonuca varan bir aşık.

Bunlar öznenin kendi payının olmadığı edilgen bir deneyim yaşıyormuş gibi göründüğü, aynı felaketin yinelenmesiyle karşı karşıya kaldığı durumlardır. Arka arkaya evlendiği üç eşinin her biri çok geçmeden hastalanan ve ölüm döşeğinde onlara bakmak zorunda kalan kadın örneğin. Psikanaliz, bihassa travmatik bazı olayları yineleme yönünde şaşırtıcı bir zorlantı bulunduğunu keşfetmiştir.

Peki hoşnutsuzluk doğurduğu belli olan bir deneyim için niçin yineleme zorlantısı duyuyoruz?

Freud şöyle açıklar: Yinelemenin kökeninde travmatik bir olayın bastırılması vardır. Yineleme, hatırlama yerine baş gösterir; hatırlayamadığımız bir şeyi yineleriz. Yani yineleme temelde aslen travmatik, somut veya deneyimin yinelenmesidir.

Ray Bressier ise şöyle söyler: Yineleme zorlantısında yinelenen travmatik ve dolayısıyla bastırılmış bir deneyim değil, deneyim biçiminde kayda geçmiş olması baştan mümkün olmayan bir şeydir. Yinelenen travma, deneyim ufkunun dışındadır. Yani travma gerçektir ama deneyimlenmez. İlk travmatik olan deneyimlenmediği ve sadece bilinçdışında kayda geçmiş olduğu için, onu yeniden deneyimleme yönünde bir zorlantı vardır. Fakat bu olay ancak ne yaşanmış ne deneyimlenmiş bir şey biçiminde yeniden deneyimlenebilir, zira travma yaşamın ve deneyimin silindiği noktayı mimler. Yani travmatik deneyim en temelde bir “deneyim” değildir.

Psikolojik anlamda travmatik olmayıp doğrudan beynimize ve bedenimize zarar veren yaralar elbette mevcuttu; ancak belli bir yaranın aynı zamanda psikolojik olarak “travmatik” bir şey olarak iş görüp göremeyeceği, deneyimin kuruluşuna karşılık geldiği için deneyimimizin dışında kalan başka bir “yara”ya bağlıdır.

“Alenka Zupancic, Cinsellik Nedir, Metis Yayınları” kitabından yararlanılmıştır.

Gönüllü Çocuksuzluk

Gönüllü Çocuksuzluk- Aileyi Baştan Tanımlayan ve Yeni Bir Bağımsızlık Çağı Yaratan Hareket

Şu sıralar sıkça rastladığım bu kitaptan bahsetmek istedim. Bu kitapta Amerikalı Sosyolog Emmy Blackstone; çocuksuzluk tercihinin ne olduğuna, bu seçimi yapanların yaşamlarını nasıl sürdürdüğüne ve neden ebeveynliği tercih etmediklerinden bahsediyor. Kitap, yazarın gönüllü çocuksuzluk üzerine yaptığı görüşmeler ve farklı araştırmacılar tarafından yapılmış derleme araştırmaları da içeriyor. Ayrıca Emmy, kitapta kendi görüş ve deneyimlerine de yer vermiş. Çünkü kendisi ve eşi gönüllü çocuksuzluğu seçmiş bir çift.

Toplumsal cinsiyet açısından baktığımızda, kadının anne kimliği ile neredeyse bütünleşmiş olması insanların çocuk sahibi olmak istemeyen kadınlara dair merakını artırmış durumda. Ayrıca torun sahibi olmanın coşkusunu asla yaşayamayacak olmaktan endişelen ebeveynler de bu kavramı daha iyi anlamak istiyor. Kitap, başka bir kültürden ve ABD istatistiği ile yazılmış olsa da kavramların evrenselliği bizi bulunduğumuz yerde de düşünmeye teşvik ediyor.

Peki ya nedir bu gönüllü çocuksuzluk?

Bireylerin çocuk sahibi olmamayı -herhangi bir fizyolojik/ biyolojik engel olmaksızın- tercih etmeleridir. Bu bireyler, çeşitli doğum kontrol yöntemleri ile doğurganlıklarını kontrol altına alırlar.

“Her ne kadar gönüllü çocuksuzların, çocukları sevmediği ile ilgili bir önyargı olsa da yapılan araştırmalar insanların çocuk istememek için gösterdiği dokuz neden arasında çocuklardan genel anlamda hoşlanmamanın ilk beşte bile yer almadığını ortaya koydu. Çocuk bakımı sorumluluğundan muafiyet, kişisel tatmin ve plansız hareket kabiliyeti için daha fazla fırsat, daha tatmin edici evlilik ilişkisi, kariyer kaygısı ve parasal avantajlar, bir de nüfus artışı ile ilgili endişeler sıralamada çocuklardan hoşlanmamanın hayli üstünde yer alıyordu. Çocukları sevmemeyi yakından takip eden nedenlerden de erken sosyalizasyon deneyimleri ve ebeveynlik becerilerine ilişkin şüpheler; çocuk doğurma ve toparlanmanın fiziksel yönlerine dair endişeler ve sorumlu kültürel koşullardan ötürü çocuklar için duyulan endişeydi.”

Tıpkı ebeveyn olmayı seçmek gibi ebeveyn olmamayı seçmek de bir tercih. Emmy, kitapta ebeveyn olan ve olmayan bireylerin pek çok ortak noktası olduğundan da bahsediyor.

“Örneğin sosyologlar, biri biyolojik diğeri toplumsal olmak üzere iki çoğalma biçimi olduğunu kabul eder. Biyolojik çoğalma üreme olarak tanımlanırken, toplumsal çoğalma kavramı, insanların toplumun katılımcı ve katkı sunan üyeleri olmalarına yardımı dokunan gerekli tüm görev ve sorumluluklara atıfta bulunur. Pek çok gönüllü çocuksuz toplumsal çoğalma kavramı doğrultusunda düşünüldüğünde; öğretmen, danışman, sosyal hizmet uzmanı gibi çocukların yaşamında varlık göstermeyi gerektiren başka meslekler üzerinden çocuklarla bağlantı halindedir.”

Elbette ki ebeveynlerin ve gönüllü çocuksuzların farklı yanları da var. Evlilik doyumları, yaşam dönemlerine göre ebeveynlerin ve gönüllü çocuksuzların öznel iyi oluşları da kitapta kıyaslanmış. Bu kavramlar ilginizi çektiyse kitabı okumanızı öneririm. İçindekiler hakkında daha çok fikir sahibi olmak isteyenler için ise kitabın bölümleri şöyle:

  1. Bölüm- Gönül Çocuksuzluk: Bir Hareketin Doğuşu
  2. Bölüm- Amerika için Zararlı: Üreme Tercihleri ve Özgür Kadınlar Ulusu
  3. Bölüm- Bencilce Bir Tercih: Tatmini Bulmak ve Bir Miras Bırakmak
  4. Bölüm- Eksik Kadın: Annelik İçgüdüsü Masalı
  5. Bölüm- Biz Bir Aileyiz: Aile Kurmak ve Aile Olmak
  6. Bölüm- Bir Köy Gerekir: Gönüllü Çocuksuz İnsanlar ve Yaşamlarındaki Çocuklar
  7. Bölüm- Yaşlılar için Tasarlanmamış Bir Dünyada Mutluluk ve Yaşlanma
  8. Bölüm- Yeni Bir Dönem

Keyifli okumalar dilerim.

Kadınlar Cinselliği Nasıl Tanımlar?

“Kadın” ve “Cinsellik” yan yana dahi getirilmekten kaçınılmış iki kavram. Konuşulmayan, öğretilmeyen ve keşfedilirken birçok toplumsal engelle karşılaşan cinsellik, bireyin varoluşunun yadsınamaz bir parçası. Bu sebeple birçok konuda öteki haline gelmiş kadınların cinselliğe bakışını görebilmek amacıyla bu araştırma yürütülmüştür. Araştırmanın önceliği, ele alınmayan bu konuyu bilimsel bir yöntemle inceleyerek bireyin farkındalık kazanmasına yardımcı olmaktır. Bir diğer amacı ise ortaya çıkan veriler aracılığıyla diğer bireylere ulaşarak konuyla ilgili toplumsal farkındalık oluşturmaktır.
Farklı eğitim düzeyine sahip kadınların cinselliğe bakışını incelerken Online Seslifoto (OSF) yöntemi kullanılmış ve katılımcılardan cinselliklerini tanımlayan temsili bir fotoğraf çekmeleri istenmiştir. Çektikleri bu fotoğrafa, GÖZSAN sorularından faydalanarak yazdıkları hikaye ile anlam katmışlardır. Son olarak ise, katılımcıların sözcüklerinin zarar görmemesi için “tema”nın onlar tarafından belirlendiği Online Yorumlayıcı Fenomenolojik Analiz (OYFA) yapılmış; bu temalar üzerinden tüm katılımcılar, araştırmacı tarafından belirlenen “ana tema” gruplarına dahil edilmiştir.
Çalışma sonunda 12 ana tema ortaya çıkmıştır. En sık tekrarlanan ana temalardan ilk üçü şöyle olmuştur: Hoşa giden/istenen duygular (aitlik duygusu, aşk, coşku, güven, heyecan, huzur, masumiyet/saflık, mutluluk, sevgi, şefkat, tutku, umut, zevk) ( n=56, % 32), hoşa giden/istenen bedensel hisler(ahenk/uyum, arzulamak, canlanma, cinsel uyarılma, dişil hissetmek, gevşeme/ enerji boşaltımı, güçlü hissetmek, hissetmek, orgazm, tanrıça gibi hissetmek) (n=28, %16), Hoşa giden/istenen davranışlar(dokunmak/temas, haz, ilgi, mastürbasyon, öpüşmek, saygı, seks, teslimiyet, yakınlık) (n=28, %16).
Katılımcıların cinsellik tanımlarına eğitim düzeyi boyutuyla bakılmış ve farklılık olup olmadığı araştırılmıştır. Eğitim düzeyinin cinselliği tanımlamada farklılaştığı yerin, “Özgürlük” ve “Varoluş- Kendini arama/tanıma/keşif” ana temaları olduğu görülmüştür. Bu temalar yalnızca lisans, yüksek lisans ve doktora eğitim düzeylerinden katılımcılar tarafından kullanılmıştır.
Pandemi döneminde yapılmış olan bu araştırma, Online Seslifoto (OSF) ve kadın cinselliğini ilk kez bir araya getirmesi sebebiyle alanyazına katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

Anahtar Kelimeler: Online Seslifoto (OSF), Kadın, Cinsellik

Araştırmanın tamamını buradan okuyabilirsiniz.

Terapi ama Nasıl?

Toplumumuzda günbegün psikoterapiye bakış değişiyor. Daha önce bireyler; yalnızca tanılar, belirli problem alanları ve zorluklar için terapiye başvurulabileceğini düşünürken şimdilerde kendini anlamak isteyen, tanımak ve keşfetmek isteyen insanlar da psikoterapistlerin kapısını çalabiliyor. Elbette ki pek çok yaklaşım ve bu yaklaşımlarla yürütülen terapilerin daha verimli(!) olacağı bazı çalışma alanları mevcut. Bunlar entelektüel bilgi olarak nitelendirilebilecek olsa da terapi sürecinin nasıl işlediği büyük bir soru işareti, onu deneyimlemeyenler tarafından adeta bir muamma.

Modern anlamda psikoterapinin Freud ile başladığı kabulüyle kendisinin süreç ile ilgili şu sözlerini alıntılamak anlamlı olacaktır:

“Çok şaşırarak farkına vardık ki, olayı uyaran anıyı tamamen aydınlatmayı ve buna eşlik eden duygulanımı ortaya koymayı başardığımız ve hasta da bu olayı olabildiğince ayrıntılı bir şekilde açıklayıp, duygulanımı kelimelere döktüğü zaman, bütün bireysel histeri belirtileri aniden ve kalıcı bir şekilde ortadan kalkmaktaydı. Duygulanım olmaksızın hatırlama ise hiçbir sonuç vermiyordu.”1

Terapiye giden bireylerin farkındalık düzeyleri, sürece katkıları elbette ki birbiriyle farklılık gösterecektir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi terapiyi işler kılan şeyin duygulanımın yaşanması olduğundan söz edebiliriz. Rahatsızlık yaratan kaynakların psikanalitik olarak incelenmesinden doğan salt entelektüel bilgi kesinlikle yetersizdir. Aksi halde herhangi bir hasta, herhangi bir psikanaliz ders kitabını okuyarak iyileşebilirdi. Bu sebeple psikanalitik tedavi açısından, etkin bir içgörüye duygusal bir deneyim mutlaka eşlik etmelidir. 2

Elbette bu, zor bir iştir. Yaşamın en erken dönemlerinden başlayarak, tatsız olan durumlardan kaçınmamızı sağlayan, az çok otomatikleşmiş mekanizmalarımız vardır. 3 Yaşamın erken dönemini işaret eden arkaik bağlar, her ne kadar büyümeyi baskılasa da, bireylerin bildikleri birincil güvenlik hissini sağlamaktadırlar.4 Terapide birey serbest çağrışım ile deneyimlerinden bahsederek duygulanımı yeniden ve yeniden yaşar. Ancak burada deneyimden söz ettiğimizde “nesnel gerçekleri” konuşmuyoruz, sözünü ettiğimiz şey çocuğun/bireyin gelişiminin çeşitli düzeylerinde dış dünya ve nesnelerle etkileşimlerinden edindiği deneyimlerdir. 5 Süreç devam ettikçe birey, yeni davranışlarını önce analitik ortamda sonra da dış dünyada sınar. 6-7 Psikanalitik ortam aracılığı ve terapistiyle kurduğu ‘yeni’ ilişkilenme biçimiyle odada var olur. Terapist ise bilinçdışı olanın bilince ulaşmasına, tam da ortaya çıkacağı anda onu isimlendirerek yardım ederek orada bulunur.8

Hasta ve terapistin birlikte yürüttüğü bu sürecin orta-uzun vadeli olduğunu düşünürsek bunun yıllara yayılan ve dinamik bir süreç olduğunu ve sürecin öznesine has bir deneyim olduğunu görürüz.

Tüm bunları bilmenin, terapi sürecini bilmek olmadığını ekleyerek öznel deneyimle şekillenen terapiye bir keşif kapısı açmanın merakını diri tutma dileğiyle.

*Yer yer kullanılan ‘hasta’ sözcüğü, psikanalitik kurama has bir kavramdır ve danışan kelimesi anlamına gelir.

*Bu yazı psikodinamik terapiler üzerinden inşa edilerek yazılmıştır.

Kaynaklar detaylıca aşağıda bulunabilir.

1- S. Freud, (1895). “Studies on Hysteria”, Standard Edition, 2, Hogarth Press, Londra.

2- J. Sandler, C. Dare ve A. Holder, (2021). “Hasta ve Analist”, 2. Baskı, Bağlam Yayıncılık, İstanbul.

3- J. Sandler, A. Freud, (1985). “The Analysis of Defense, International Universities Press, New York.

4- H. Muslin, (1986). “On working through in self psychology”, A. Goldberg, Progress in Self Psychology, Vol. 2. International Universities Press, New York.

5- A.F. Valenstein(bildiri), (1974). “Panel: Transference”, International Journal of Pycho-Analysis, 55:311-321.

6- R.R. Greenson, (1965). “The problem of working through”, M. Schur(Ed.), Drives, Affects, Behavior, International Universities Press, New York.

7- R.R. Greenson, (1966).”Comments on Dr. Limeritani’s paper”, International Journal od Psychoanalysis, 47:182-285

8- O. Fenichel, (1945). The Psychoanalytic Theory of Neurosis, Routledge&Kegan Paul, Londra.

“Unutma Dersleri”

Neyi unutmak isterdiniz? En acı anınızı ya da gelecek mutsuz anların burukluğuyla yaşadığınız mutlu bir anı?

Yaşadığı ayrılıktan sonra nasıl üstesinden geleceğini bilemeyen Feribe, iş arkadaşından duyduğu ” Mazi İmha Merkezine” gider. Umutlu ya da inançlı bir yerden değil de çaresiz bir yanından kuvvet alan bir hareketle. Gittiği merkezde, ondan sevdiği birinin ses kaydı istenir. Ne yapılacağını akıl erdiremese de Feribe, kişisel kurtuluş arzusuyla bu isteğe boyun eğer ve vefat etmiş annesinin bir kasette kalmış kaydını verir. Böylece süreç başlar. 

Feribe’ye dört derste “unutma” vaadedilir. İlk ders hatırlama üzerinedir. Her şeyi ve tüm detaylarıyla hatrılama. İkinci ders yas tutmak üzerinedir. Nasıl yas tutulur, neler bu süreçte işe  yarar, bunları anlamaya çalışır. Üçüncü, affetmek ve son ders ise geleceğin inşası hakkındadır. Ancak öyle ders diye isimlendirildiğine bakmayın. Zaman zaman terapi seanslarını çağrıştıran, birebir görüşmeler bunlar. Yine de Feribe’nin ders esnasında karanlıkta ve tek başına olması; konuştuğu Sesin analiz edilmiş kasetten uyarlanan annesinin bir kulaklıktan gelen sesi olduğunu da belirtmek gerek.

Kitabın adı Unutma Dersleri olsa da baştan unutulmuş ve hatırlanması çok güç olan olaylar üzerinden kurgulanmış keyifli bir roman. Nermin Hanım mizahı, aşkı, acıyı ve ayrılığı  güzelce harmanlamış. İçinde psikolojik ögeler barındıran bir roman okumak isterseniz belki bu roman size göredir.

Grinin Elli Tonu

Grinin Elli Tonu ortalığı kasıp kavuralı 7 yıl olmuş. Serinin kitap ve filmleri her ne kadar erotizmle bağdaştırılsa da ilk filmin özelinde istismarın gölgesindeki cinselliği görmek çok da zor değil. 

Cinsel eğitim tedavi ve Araştırma derneğinden alıntılayarak bazı kavramlardan bahsedeceğim. Sonra da filmle ilişkilendireceğim. 

“Cinsel fanteziler, cinsel yaşamın doğal ve sağlıklı bir parçasıdır. Kişide cinsel uyarılma oluşturan her türlü hayal ve zihinsel imgelem (insanların istediği şeyleri gözünde canlandırabilme yetisi) cinsel fantezi olarak tanımlanabilir. Cinsel fanteziler, cinsel hazzı ve isteği arttıran önemli bir faktördür. Ancak her zaman cinsel partner ile paylaşılması/ gerçekleştirilmesi gerekli değildir. Gerçekleştirilmesi istenen fanteziler için bu eylemden tarafların rahatsızlık duymamaları gerekir.” 

“Parafili, cinsel uyarılma ve orgazm için, alışılmadık nesneler, eylemler veya durumları içeren tekrarlayıcı ve yoğun cinsel dürtü, fantezi veya davranışların zorunlu olması ile karekterizedir. Parafili denebilmesi için kişinin zorunlu ve tekrarlayıcı bazı koşullara bağlı olarak orgazm olabilmesi gerekir. Zaman zaman yapılan farklı cinsel etkinlikler parafili olarak değerlendirilmez.” 

Filmde Grey, orgazmı zorunlu ve tekrarlayıcı bazı koşullara bağlı olarak deneyimliyor. Oyun odası, sözleşmenin varlığıyla zorunluluğu temin altına alma isteği de yine bizi parafiliye yönlendiriyor. Diğer taraftan Anastasia, cinselliğini keşfeden bir kadın olarak önceleri Grey’in cinsel oyunlarından keyif alıyor. Burada da cinsel fanteziye katılım ve hazza eşlik söz konusu. 

Filmin sonuna geldiğimizde ise, Anastasia’yı Grey’in karşında ağlarken buluyoruz. Tıpkı Grey’in çocukluğunda istismara maruz kaldığı zamanki gibi savunmasız. Ancak Anastasia bir yetişkin olarak hayır, diyor ve sınırlarını belli ederek ortamı terk ediyor. 

İstismara uğrayan bireyler, bunun biteceğine inanmak ya da bunu birine söylemek, yardım istemek konusunda zorluk yaşarlar. Kendilerini suçlar, bu durumla nasıl başa çıkacaklarını bilemezler. Bu açıdan son sahneyle Anastasia’nın Grey’i reddetmesi, artık istemediğini söylemesi çocuk Grey’i sınır koyarak şaşırtan, ona farklı gelen bir durum da oluveriyor.

Grey gibi olan herkes şöyledir, Anastasia gibi olan herkes böyledir demek bizlerin bireyselliğini yok sayan bir durum. Ancak ilk filmle tanıştığım Grey ve Anastasia için şunları söylemek mümkün olabilir. Grey, istismara uğramış bir birey olarak cinselliğini travmatik yaşantıları üzerinden kurguluyor. Anastasia ise partneri tarafından sevilmeye devam etmek için boyun eğici bir role bürünüyor. Adına aşk dediği duyguyla kendine yabancılaşıyor. 

İnsan pek çok şeyi, öteki üzerinden tanımlayıp hisseden cinsel bir varlık. Grey ve Anastasia çifti de örneklerden yalnızca biri.

“The Act”

2019 yılı Hulu yapımı The Act dizisinin yaşanmış bir hikayeden uyarlanan ilk sezonundan bahsedeceğim. Her sezon farklı bir hikayeye odaklanacağı açıklanan The Act’in birinci sezonu 8 bölüm ve her bölüm yaklaşık bir saatten oluşuyor. Fakat dizi bitip ekran kapandığında hissedeceğiniz duyguların yoğunluğunun süresi meçhul. Yazacaklarım içeriğe dair bilgi verecek, benden söylemesi ama okuyacaklarınızı aklınızda tutarak izlerseniz bambaşka bir kapı açacağına eminim.

Gypsy Rose (Joey King) tekerlekli sandalyeye “mahkum” ve birçok hastalıktan muzdarip bir kız çocuğu. Annesi Dee Dee (Patricia Arquette) ile birlikte yaşıyor. Dee Dee, kızının tüm sağlık sorunlarıyla yakından ilgileniyor hatta kendini anne olmaya adamış bir kadın. İlk bölümün sonuna geldiğimizde gördüklerimiz az çok bundan ibaret. Oysa iç yüzü şöyle; Gypsy yürüyebilmekte ve herhangi bir sağlık sorunu yok, bunların hepsi Dee Dee’nin güvenli alanda kalabilmek adına ördüğü bir duvar. Anne, kızı Gypsy’yi kısıtlayarak büyütmekte ve gelişmesini engellemekte, kendine bağımlı hale getirerek yalnız kalmamayı amaçlamakta. Fakat hayatı, kendini ve cinselliği keşfetmeye başlayan Gypsy hikayenin sonunu annesinin pek de hayal ettiği gibi bitirmez. Dee Dee, kızının öfkesiyle can verir.

Peki nasıl olur da bir anne kızına hiç sahip olmadığı hastalıkları atfeder ya da nasıl olur da bir evlat annesini öldür/tmeyi düşünür? İşte burada Amerikan Psikiyatri Birliğinin Tanı Ölçütleri El Kitabından yararlanarak Dee Dee’nin olası psikiyatrik tanısından söz edeceğim. Bir başkasına yüklenen yapay bozukluk ya da önceki adıyla bakımverenin yapay bozukluğu. Dee Dee, kızı üzerinden yanıltıcı (yanlış bir kanı uyandırıcı), bedensel ya da ruhsal düzmece belirtiler çıkarmakta ve yaralanmaya ya da hastalığa yol açma tutumu sergilemekte (A tanı kriteri), Ayrıca Gypsy’yi diğerlerine hasta, iş göremez ya da yaralı olarak sunmakta (B tanı kriteri).   

Munchausen by proxy sendromu (MBPS) olarak da olarak bilinen bu bozuklukta aile, çocukta çeşitli klinik belirtiler olduğu gerekçesiyle hastaneye götürür ve çocuk zamanla aile tarafından yaratılmış bir tıbbi öyküye sahip olur.

Dee Dee neden bu durumdadır? Altta yatan durumu anlamak güç olsa da Dee Dee’nin kendi çocukluk yaşantısı, bağlanma tarzı, pasif-bağımlı kişilik yapısının tüm bunlara etkisi olduğundan bahsedebiliriz.  Peki ya Gypsy Rose? İstismar edilen çocuklarda duygusal ve fiziksel sorunlar geliştiği bildirilmiştir. Gyspy de bu hikayenin bir çıktısıdır tıpkı ölü annesi gibi.

Kaynak

Eşiyok B.& Hancı H. (2000). Munchausen by Proxy Sendromu: Vekaleten Hastalık. Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi. Erişim Adresi: https://www.ttb.org.tr/STED/sted0600/8.html

Cinsellik Seks Değildir

Terapistlerin danışanlarıyla olan süreci anlattığı, seans odasının kapısını aralayan kitaplar oldukça yaygın. Fransız seksolog doktor Ghislaine Paris’in Cinselliğin Önemi kitabı da bunlardan biri. Kitap Paris ve cinsel danışmanlık için gelen Karine’nin sürecini anlatıyor. Süreç sonlanırken Paris, cinsellik nedir/ne değildir’i hatırda tutmayı kolaylaştıracak bir liste paylaşıyor bizimle.

Paris (2020)’e göre cinsellik şunlar olmamalı:

  • Bir bağımlılık
  • Duygusal bağlar kurmanın tek yolu, bir aile ya da çocuk sahibi olmanın bir bir güvence ya da sosyal statü sahibi olmanın tek yolu
  • Bir şiddet aracı ya da ötekinin köleleştirilmesinin aracı
  • Bir utanç ya da suçluluk kaynağı
  • Fobilerin, korkuların kökeni

Cinsellik:

  • Yetişkin olmayı başarmak
  • Ötekilerle olumlu ilişkiler sürdürebilmek
  • Kendi merkezinden uzaklaşmayı, bir zincirin halkası olmayı, çocuklarla meşgul olmayı başarmak
  • Duygusal anlamda tatmin olmakZevk ve sınırlar arasında bir denge kurmayı başarmak
  • Hayatın farklı alanlarını birbirine uyumlu bir şekilde eşit parçalara bölmek: aile, iş hayatı, cinsellik…
  • Cinsel içgüdüye hakim olmak: bizi yönetmesine izin vermemek, ondan korkmamak ve onu bastırmaktan memnun olmamak, gerektiğinde onu yüceltebilmek
  • Bazı yasakları içselleştirmek, hayal kırıklığını kabul etmek ve aynı zamanda aşırı bir suçluluk duygusuyla acı çekmemek
  • Güzel bir yaşam enerjisiyle hayatın diğer önemli alanlarını da besleyerek zevk almak
  • Kendi kişisel kimliğinin bilincinde olarak kültürel çevreye iyi bir şekilde entegre olmak

Ve tüm bunların üstüne tabii ki, eğlenmek demektir!

Peki bu tanımlardan kaçı size de uygun?

Ghislaine Paris,Cinselliğin Önemi: Arzuya Yeniden Kavuşmak, 2020, Ayrıntı Yayınları.

“Bağlanma”

İnsanın anlama telaşı hiç bitmiyor ve bu sürecin önemli bir kısmını partneriyle yaşadıklarını irdelemekle geçiriyor. Neden böyle söyledi; böyle bir cevap verirken aklımdan ne geçiyordu; bunca şeye rağmen bu ilişkiyi devam ettiren ne ve daha birçoğu. Amir Levine ve Rachel Heller’ın yazdığı Bağlanma- Aşkı Bulmanın ve Korunmanın Bilimsel Yolları isimli kitap partnerimizle olan bu sürece bir de “bağlanma” çerçevesinden bakmamızı sağlıyor.

4 kısımdan oluşan kitap, birinci kısımda kendinizin ve partnerinizin bağlanma stilini çözümlemenize yardımcı oluyor. İkinci kısımda farklı bağlanma stillerine sahip bireylerin ilişkiyi yaşama biçimlerinden, üçüncü kısımda çatışan bağlanma stillerinden ve son kısımda ise ilişkiyi nasıl güvenli bir hale getirebileceğimizden bahsediyor.

Kısaca bağlanma teorisinden bahsetmek gerekirse İngiliz Psikiyatrist John Bowlby tarafından yapılan ilk çalışmalar sonrasında Bowlby’nin öğrencisi Mary Ainsworth, anne-bebekleri gözlemleyerek aralarında üç belirgin bağlanma stili geliştiği fark etti.

  • Güvenli Bağlanma Stili
  • Kaygılı Bağlanma Stili
  • Kaçıngan Bağlanma Stili

Sonraki araştırmalar ise çocukların ebeveynlerine bağlanma biçimiyle yetişkinlerin partnerlerine bağlanma modellerinin benzerlik taşıdığına dikkat çekti. Kitapta basitçe şöyle anlatılmış:

Güvenli insanlar yakınlık konusunda rahattır, çoğunlukla sevecen ve sevgi doludur. Kaygılı insanlar yakınlık ihtiyacındadır, kafaları çoğunlukla ilişkileriyle meşguldür ve partnerlerinin sevgisine karşılık verip vermeyeceği konusunda endişe duyma eğilimindedir. Kaçıngan insanlar yakınlığı özgürlüğün kaybedilmesiyle eş tutar ve sürekli asgari düzeyde tutma çabasındadır.”

Kendini anlama amacı taşıyan bireyler için yardımcı olacağını düşündüğüm bu kitap, partner seçimimizde farkındalığımızı artırıyor. Ayrıca ben bir ilişkiden ne bekliyorum, sorusuna cevap ararken zaman zaman hissettiğiniz ve yaptığınız şeylerin çelişkisiyle yüzleşiyorsunuz. Hangi bağlanma stiline sahip olursanız olun, o bağlanma stilinin değişmesinin mümkün olduğunu söyleyen kitap, size reçete yazmadan yolunuza bir ışık yakıyor. Keyifli okumalar.